ABD açısından Truman doktrini dönemiydi ve anlaşma da o stratejinin bir parçasıydı. Bizim açımızdan ise Rusya’ya karşı koruma sağlayacak ağabey arayışıydı.
Türkiye-ABD ilişkileri aslında çok boyutludur. Önemli bir güvenlik boyutu vardır. Türkiye 1952’den beri NATO üyesi olarak grubun bir kanadını koruyor. Karadeniz ve Akdeniz’i bağlayan su yollarına göz kulak oluyor. Ve bunun da ötesinde Türkiye geçmişte Amerikan politikasına ve çıkarlarına uygun bazı misyonları üstlendi. Türkiye, Kore’ye asker gönderilmesinden Somali ve Afganistan’daki görev güçlerine katılmaya kadar birçok yerde rol aldı. Aynı şekilde ciddi bir ekonomik boyut söz konusudur. İki ülke arasında ticaretin boyutu 30 milyar doları aşmıştır. ABD’li yatırımcıların Türkiye’de ciddi yatırımları vardır. İki ülkenin uluslararası platformlarda beraber yer aldıkları bir başka boyutu da unutmamak gerekir. Türkiye ve ABD sadece NATO’da değil, G-20, OECD, IMF ve Dünya Bankası gibi platformlarda beraber yer alırlar. Bazen önemli konularda birbirlerini destekler, paralel davranırlar. Mesela Türkiye krize girdiği 2001’de IMF ile kritik kredi anlaşması imzalanırken ve 2004 Aralık’ta AB ile müzakereler tıkandığında Washington devreye girmişti.
Bu çok boyutluluğa rağmen ikili ilişkiler her zaman sorunlu ve sürprizlerle doluydu. 1964’te o zamanki ABD Başkanı Lyndon Johnson’ın yazdığı mektup ile Türkiye’yi Kıbrıs’ta bir askeri müdahaleden kaçınması için uyarması bizim için sürprizdi. Aynı şekilde 1976’daki Amerikan ambargosu da beklenmeyen bir hamleydi. Yakın zamanda ise hem Fettullah Gülen’in iadesi hem de Suriye’de YPG’ye destek gibi konularda ilişkileri zorlayan gelişmeler oldu. S-400 hamlesi ise Ankara’nın Washington’a sürpriziydi. Onlar da CAATSA yaptırımları, F-35 projesi ve Ermeni soykırımı hamleleri ile bu sürprize karşılık verdiler.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta ABD’ye planlanan ziyaretinin, “programların uyuşmaması” nedeniyle “her iki taraf için uygun olacak bir tarihe ertelendiğini” açıklayınca tekrar bu çok boyutlu ABD-Türkiye ilişkileri tartışılmaya başlandı. Biden-Erdoğan görüşmesi önemliydi çünkü inişli-çıkışlı ve sancılı bir dönemden geçen ikili ilişkiyi bir ölçüde rahatlatabileceği beklentisi vardı.
Biden geldiğinde iyimser bir bakışla, “İkili ilişkilerde her yeni başkana yeni bir sayfa gözüyle bakılır. ABD-Türkiye ilişkilerinde de bugün resmen yeni bir sayfa açılıyor” demiştik. “Ne dost ne de düşman”dan “stratejik ortak”a dönüşün mümkün olup olmayacağını sormuştuk. Biden’ın Trump’a göre siyasi yaşamının her aşamasında olaylara hep NATO merkezli bakmasını bir faktör olarak görmüştük. Çünkü Türkiye stratejik olarak NATO’nun önemli bir parçası olduğu için Biden, Türkiye’nin “derin” stratejik” önemini daha iyi kavrayabilirdi. Bu çerçevede yeni yönetimin uzlaşma imkânı arayacağını sanmıştık. Biden’ın başkanlığı sona ermek üzere ama stratejik ortaklığa dönüş konusunda bir gelişme olmadı.
Biden geldiğinde yazdığım köşe yazısında ABD Dış İlişkiler Konseyi’nden Steven Cook’un durumu iyi açıklayan bir sözüne yer vermiştim. Cook, “Türkiye resmi olarak NATO müttefiki ama ABD’nin bir partneri değil… Geçmiş yılların aksine Washington ve Ankara onları birbirlerine bağlayan ortak tehdit ya da çıkarları paylaşmıyorlar” diyordu. Bu değerlendirme bence hâlâ geçerliliğini koruyor.
Sorunlu ve kırılgan Türk-Amerikan ilişkilerinin çok yakın gelecekte başka bir aşamaya taşınmasını beklemek bundan sonra da çok gerçekçi olmaz. Burada önemli olan bir zamanlar neredeyse kopmuş olan diyalog sürecinin sürmesidir. Bu diyalog sürecinin asgari bir düzeyde de olsa devam etmesi hem piyasaları hem de siyaseti rahatlatacaktır.